Üzerinde yaşadığımız şu ihtiyar dünya nice insanlar gördü.
Kimi peygamberdi bu insanların,
kimi Ebu Cehil’di.
Kimi mü’mindi,
kimi kâfir…
Kimisi Sıddık’ti,
kimisi Nemrut…
Kimi “… Yâ Rabbi! Vücudumu öyle büyüt, öyle büyüt ki cehennemi yalnız ben doldurayım, diğer kulların girmesin.” [1]
Derken, kimi “Sizin Allah’ınız öldürüp diriltebiliyorsa, pekâla ben de öldürür ve diriltirim” [2] diyebiliyorlardı.
Onlar dediler, yaptılar, ettiler ve en sonunda istisnasız gittiler.
Evet, hepsi öldü. Ölüm onların hiç birini ayırmadı.
Dört yüz yıl önce Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan bir zenci de öldü.
“Bu dünya bir hükümdara çok, iki hükümdara az diyen” koca Yavuz da öldü…
Ölüm vazifesini hakkıyla, lâyıkıyla yaptı ve yapıyor da…
İnsan kendisine tayin edilen hayatı yaşıyor ve en sonunda ölüyor. Yüce Allah’ın mahlûkat üzerine koyduğu, şaşmaz ve değişmez kanun bu. Nitekim Allahü Teala Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de:
“Her nefis ölümü tadacaktır ve sonra bize döndürüleceksiniz.” [3]
Ölüm gerçeği insana ağır gelir. Tebessümler donar ölüm denince, yürekler sıkıntı ile büzüşür. Kabrin dehşetli, tüyler ürpertici karanlığı korkutur herkesi. Ölüm elemleri keser, dünyevi hazlara dalmayı önler. Ama biraz önce de belirttiğimiz gibi kimse “Ölmem” diyemiyor. Ölüm herkesi istisnasız alıyor koynuna… [4]
İnsan, dünyaya gelmek için anne karnında bir durak yapmıştır.
Sonra dünyaya doğmuştur.
Ahirete gitmek için dünyada da bir durak yapmıştır.
Nasıl anne karnına gelen, dünyaya geliyorsa, dünyadan gelen de ahirete gidecektir. Allah’ın kanunu böyledir.
Allah’ın çizdiği yol budur.
Allah diyenler, Allah’a inananlar seve seve bu yoldan gidiyorlar.
Ama inanmayanlar bu yolu sevmiyorlar.
İster inansınlar ister inanmasınlar…
Madem ölümü öldüremiyorlar, kabrin kapısını da kapatamıyorlar….
İnanmadıkları halde, inanmaya inanmaya gidiyorlar.
ÖLMEDEN ÖNCE BENİ TABUTUMA KOYDULAR
Ölmeden önce ölmek, ölmeden önce insanın tabutuna konması nedir, bilir misiniz? Şimdi size bunu bir Cüneyd Suavi’nin “Kabus” hikayesiyle anlatmaya çalışacağım. Bunu lütfen üzerinizde değerlendirin. Kendinizi bir an önce de olsa, hikayedeki kişinin yerine koyun.
KÂBUS Çocukluğumdan beri dar mekânlardan sıkılır ve bu tür yerlerden feryat edercesine uzaklaşırdım.
İleri yaşlarda bunun bir hastalık olduğunu anlamış, fakat bu illetten bir türlü kurtulamamıştım.
Oysa ki o dar mekânlara, şimdi ister istemez girecektim.
Beni sarıp sarmalamışlar ve uzunca bir tabuta yerleştirmişlerdi.
Çevremde dolaşanların seslerini gayet iyi duyuyor ve gözlerim kapalı olmasına rağmen, her nasılsa onları görebiliyordum.
– Genç yaşta öldü zavallı, diyorlardı. Halbuki yapacak ne kadar çok işi vardı. Gerçekten de birçok işim yarım kalmıştı.
Meselâ oğluma iyi bir işyeri açamamış, araba ile renkli televizyonun taksitlerini henüz bitirememiştim. Büyük bir firma kurup dostlarımı orada toplamak da artık hayâl olmuştu. Üstelik kış çok yaklaştığı halde odun kömür işini halledememiş ve çatının akan yerlerini aktaramamıştım.
Yarıda kalan işlerimi arka arkaya sıralarken, kulaklarımı çınlatan bir sesle irkildim.
Sanki mikrofonla söylenen bu ses beynimin en ücra köşelerinde yankılanıyor ve:
– “Geçti artık geçti”, diyordu. İçimden “keşke geçmemiş olsaydı” diyordum.
Nereden başıma gelmişti o kaza bilmem ki?
Halbuki ne kadar da iyi araba kullanırdım.
Olup bitenleri hatırlamaya çalışırken, dostlarımın çevremi sardığını ve içinde bulunduğum tabutun kapağını örtmeye çalıştıklarını fark ettim. Onları engellemek için avazım çıktığı kadar bağırmak ve çırpınmak istediğim halde ne kımıldayabiliyor, ne de bir ses çıkartabiliyordum. Biraz sonra koyu bir karanlıkta kalmış ve gözlerimi, tabutun tahtaları arasından sızan ışığa çevirmiştim. Dehşet içinde:
– Aman Allahım.. dedim.
Ne olacak şimdi hâlim?
Korkudan hiçbir şey düşünemiyordum.
Bu arada omuzlara kaldırılmış ve sallana sallana götürülmeye başlanmıştım.
Dışarıdaki seslerden yağmur yağdığı belli oluyor ve su damlacıklarının sesi, tabutumun gıcırtısına karışıyordu. Cenâze namazı için câmiye gidiyor olmalıydık.
Câmi deyince aklıma gelmişti.
Çok yakınımızda olmasına ve her gün beş defa davet edilmeme rağmen, bir türlü vakit bulup gidememiştim.
Ama her zaman söylediğim gibi elli yaşına gelince namaza başlayacak ve herkesin şikâyet ettiği kötü alışkanlıklarımı terk edecektim.
Evet evet, şu kaza olmasaydı, ileride ne iyi bir insan olacaktım.
Daha önceden duyduğum ve nereden geldiğini kestiremediğim ses :
– Geçti artık geçti, diye tekrarladı. “Bitti artık.”
Biraz sonra namazım kılınmış ve tekrar omuzlara kaldırılmıştım.
Mahallemizdeki kahvehanenin önünden geçerken, her gün iskambil oynadığımız arkadaşlarımın neşeli kahkahalarını işitiyor ve “herhalde ölüm haberimi duymamış olacaklar” diye düşünüyordum.
Sesler iyice uzaklaştığında, eğik bir şekilde taşındığımı hissederek mezarlığa çıkan yokuşu tırmandığımızı anladım.
Şiddetle yağan yağmurun tabuttaki çatlaklardan sızarak kefenimi yer yer ıslattığının da farkındaydım.
Buna rağmen dışarıda konuşulanlara kulak verdim.
Dostlarımın bir kısmı piyasadaki durgunluktan bahsediyor, bir kısmı da milli takımın son oyununu methediyordu.
Tabutumu taşıyan diğer biri ise, yanındakinin kulağına fısıldayarak:
– Rahmetlinin tersliği, öldüğü günden belli, diyordu. Sırılsıklam olduk birader.
Duyduklarım herhalde yanlış olmalıydı.
Yoksa bunlar, uykularımı onlar için feda ettiğim dostlarım değil miydi?
Yolculuğum bir müddet sonra bitmiş ve tabutum yere indirişmişti.
Kapak tekrar açıldı ve cansız vücudumu yakalayan kollar, beni dibinde su toplanmış olan bir çukura doğru indirdi.
Boylu boyunca yattığım yerden etrafıma baktım.
Aman Allah’ıml..
Bu kabir değil miydi?
O ana kadar buraya gireceğimi neden düşünmemiştim?
Sessiz feryatlarımı kimseye duyuramıyor ve dostlarımın, üzerimi örtmek için yarıştığını hissediyordum.
Tekrar zifiri karanlıkta kalmış ve bütün âcizliğimle dua etmeye başlamıştım.
– Yârabbi, diyordum. Bir fırsat daha yok mu, senin istediğin gibi bir kul olayım. Ve kabrimi, cennet bahçelerinden bir bahçeye çevireyim.
Aynı ses, her zamankinden daha şiddetli olarak:
– Geçti artık geçti, diye tekrarladı. “Her şey bitti artık.”
Mezarımı örten tahtaların üzerine atılan toprakların çıkardığı ses gök gürültüsünü andırıyor ve bütün benliğimi sarsıyordu.
Son bir gayretle yerimden fırlayarak gözlerimi açtım.
Odamdaki rahat yatağımda yatıyor, fakat korkunç bir kâbus görüyordum. Bitişik dairede oturan doktor arkadaşım beni ayıltmaya çalışarak:
– Geçti artık geçti, diye bağırıp duruyordu.
“Geçti bak, hiçbir şeyin kalmadı.”
Yattığım yerden yavaşça doğruldum.
Terden sırılsıklam olmuş ve sanki yirmi kilo birden vermiştim.
Dışarıda sağanak hâlinde yağmur yağıyor, şimşek ve gök gürültüsünden bütün ev sarsılıyordu.
Etrafımdakilerin şaşkın bakışları arasında kendimi toparlamaya çalışırken
– Yârabbi, sana zerrelerim adedince şükürler olsun, diyordum. iyi bir kul olmak için ya bir fırsat daha vermeseydin? [5]
Evet, bu bir hikaye, bir rüya…
Rüyasında ölen bir adamın duyduğu hislerdi.
Bir film şeridi gibi hayatı gözünün önünden geçti. Belki de sizler bu satırları 1 öldünüz ve sonunda dirildiniz.
“Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir.” [6]
Dünya hayatı, ahireti kazanmak için bize verilmiş olan bir imtihan sahasıdır.
Öyle bir imtihan ki, her insan bir defa bu imtihana giriyor. Rüyasında ölüp de:
– “Yâ Rabbi! Bir fırsat daha yok mu? Senin istediğin gibi bir kul olayım. Bir fırsat ver Yâ Rabbi!” diye yalvarmanın da bir faydası olmayacağı bir gün gelmeden önce kendimizi daima ölüme hazırlamalıyız.
Zararın neresinden dönersek kârdı.
Yaşım daha 20 gencim, yaşım daha 30-40, hele bir 50 olsun, ondan sonra döneriz, namaza başlarız demeyelim.
Daha zamanı var demeyelim.
Bizler Allah’a ve Rasülüne iman etmiş olarak; her hareketimizin hesabının sorulacağını ve dünyada bulunuş gayemizin imtihan maksadıyla olduğunu biliyoruz.
Hal böyle olduğuna göre, hatırlanıldığında pek hoşa gitmeyen ölüm hadisesini sık sık anmamız gerekiyor. Nitekim bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.v.)
“Ağız tadını bozan ölümü çokça hatırlayınız.” [7]
Gerçekten ölümü çokça hatırlamamız gerekiyor. Çünkü ölümü düşünmek insana ahireti hatırlatır. Ananın evladından, kardeşin kardeşten kaçtığı o dehşetli hesap gününü hatırlatır.
“Yarın Rabbimin huzuruna hangi yüzle çıkacağım. Vaadimi unuttum mu? Yalnız O’na ibadet ederim” demiştim.
“Beni gazaba uğramayanların, sapıtmışların yoluna dahil etme. Bana nimete erdirdiklerinin yolunu nasib et Yâ Rabbi!" [8] Demiştim.
Tuttum mu sözümü acaba?
Bu sözleri söyletir ölüm insana…
Ölümü hatırlamak bu nokta-i nazardan bakıldığında, bizler için mühim hususiyetler arz ediyor.
Yaşadığımız ânı gayet kıymetli kılıyor.
Bilelim ki, bizler şu anda iki gün arasında bulunuyoruz:
Biri geçmiş diğeri gelecek gün…
Geçmiş olarak gün, hatasıyla sevabıyla bitmiştir.
Gelecek gün ise bizlerin yetişip yetişemeyeceği meçhul bir gün olarak duruyor.
Öyleyse tek sermayemiz bugünümüz.
Her ne varsa bugünde var.
Peygamberimiz:
“Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” [9]
Bugünden azığımızı hazırlamamız gerekmekte…
Zira, sefer yakındır, yol meşekkatli ve uzundur. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Herkes yarın (kıyamet günü için) ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah işlediklerinizden haberdârdır.” [10]
Bizler de bu ayet-i kerimenin ışığında yarın için ne hazırladığımıza bakalım. Allah’a kul olduğumuzu hatırlayalım ve lezzetleri kesen ölümü de sık sık hatırlayalım. Ve hiçbir zaman unutmayalım ki: ölüm saati geldiğinde imdat edeceğimiz tek varlık Allah’tır. O’ndan geldik. O’na döneceğiz.
Duyduğu bir rahatsızlıktan dolayı doktora giden ve muayenesi sonucu öleceğini öğrenen insanın durumu ne olur hiç düşündünüz mü?
Bu insanın dünyası ve dünyaya bakışı bir anda değişir. Sevdiği bir çok şeye karşı, sevgisini yitiverir. Anlamlı gördüğü bir çok şey anlamsızlaşıverir. Şu an dert edindiği bir çok şey, dert olmaktan çıkar. Korktuğu bir çok şeyden korkmaz olur. Elli yıl çalışarak biriktirdiği milyarları, elli gün daha fazla yaşamak için vermek ister.
Bu insan müslümansa, ne yazık ki bu müslümanda da değişiklikler olur. Ölüm haberine hen an hazır olan, bu haberi her an bekleyen bir müslümanda olmayacak değişiklikler, zamanımızdaki birçok müslümanda oluverir.
Ölüm haberini alan bu müslüman bir anda kendisine geliverir. Öldükten sonra hesaba çekileceğini bildiği için, başını arkaya çevirerek hesap vereceği yaşantısına bakar.
Sevdiği Rabbi için yapmadığı, ertelediği, geciktirdiği bütün güzel eylemler bir dağ gibi yığılır önüne!…
Ağlamaya, hüngür hüngür ağlamaya başlar….
Öleceği için değil, amel heybesini güzel amellerle dolduramadığı için, göğsünü ve gönlünü gere gere:
“Ey güzel Allahım, Ey güzel Rabbim, bana lutfettiğin ömrümle, Sana amellerimi getirdim” diyemeyeceği için ağlar ve ağlar ve ağlar…
Tabii ki geçmiş bir idrak, gecikmiş bir gözyaşlarıdır bunlar…
O halde sizler, sizler geç kalmayın canlar, gecikmeyin arkadaşlar!…
Şimdi gülüp, ölürken ağlayanlar değil,
Şimdi ağlayıp, ölürken gülenlerden olun…
Vakit öldüren ölülerden değil, dipdiri eylemlerle vakitlerini dirilten, dirilerden olun.
Çünkü sizlere bir doktor, bir profesör, bir kâhin değil, sizleri yaratan Allah ve Rasülü bildiriyor:
“ÖLECEKSİNİZ…”[11]
Her gün kendi nefislerimize yönelttiğimiz “Bugün Allah için ne yaptın?” sorusunu aşarak, “Koskoca yirmi dört saattir, Allah için yapmam gereken, neleri yapmadım?” sorusunu sormamız gerekir.
Çünkü muhteşem hesap gününde Allah için yaptıklarımızdan değil, yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan da hesaba çekileceğiz. [12]
Rebi bin Heysem evinde bir mezar kazdırdı. Kalbi katılaştığı zaman kabre girer ve bir saat orada yatardı. Sonra şu ayeti okurdu:
“Nihayet onlardan her birine ölüm gelip çatınca şöyle diyecektir:
– Rabbim, beni dünyaya gönder.” [13]
Sonra mezarından çıkar ve kendi kendine şöyle seslenirdi:
– Ey Rebi! Bak geri çevrildin. Geri çevrilmeyeceğin an gelmeden önce iyi amellerde bulun.” [14]
Günde beş köşeye giderek boş vakit geçirebilen Müslümanların, zaman zaman bir köşeye çekilip tevbe ve istiğfarla Allah’ı zikretmesini de bilmeleri gerekir. Çünkü bilinçli bir şekilde tevbe ve istiğfarla geçireceğimiz bu anlar, basit bir örnekle banyoda geçirdiğimiz arınma ve temizlenme anları gibidir. Allah’ı zikrederek geçirdiğimiz ve geçireceğimiz böylesi anları, bu anlamda değerlendirdiğimiz anlar olacaktır. [15]
Cehennemlikler ise, yaşadıkları fırsatların değerini, bu fırsatları kaçırdıktan sonra anlayan kimselerdir. Dünyada iken televizyon, sinema ve değişik eğlencelerle vakit öldüren kimseler, öldürdükleri vakitlerin değerini ancak o zaman anlamışlardı. Nitekim kendilerine verilen fırsatların değerini, ancak öldükten sonra anladıkları için, bu fırsatları tekrar yaşamak ve tekrar dünyaya dönmek isterler:
“Suçlu-günahkârları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: “Rabbimiz gördük ve işittik: şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, Salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız.” Diye yalvaracakları zamanı bir görsen!”. [16]
Dünyaya dönmek isteyen bir de şehitler vardır. “Ya Rabbi! Bizi dünyaya döndür, tekrar şehid olalım, tekrar şehid olalım, tekrar tekrar şehid olalım” derler.
Peki bunu niye derler?
Bildiğimiz gibi şehitler, Rabbimizin katında nimetlendirilmektedir. Şehadetin gerçek karşılığı olan cennetle henüz karşılaşmayan, sadece bazı nimetlerde nimetlenen bu insanlar, kendilerine sunulan bu kısmî nimetlerin karşısında Allah (C.C.)’ın kadrini ve kıymetini çok daha yakından hissederek, çok daha yakından idrak ederek, böyle bir Rabbimiz için, böylesine güzel bir Rabbimizin hoşnutluğu için diyerek, bu arzularını dile getirmektedirler. [17]
Hz. Ömer (R.A.) halife seçilince bir adam görevlendirir. O adam her gün gelir. Hz. Ömer’e ölümün var olduğunu birkaç defa hatırlatır.
Bir zaman sonra Hz. Ömer, adamın görevine son verip şöyle der:
– Artık sakalıma ak düştü. Sizin ikazınıza ihtiyacım kalmadı.
Daima ölüm sonrasını düşünerek hareket eden Hz. Ömer’in yüzük taşında bile şu hadis-i şerif yazılıydı:
“Sana öğüt verici olarak ölüm kâfidir Ya Ömer!” [18]
Oysa insan ömrü, gerçekleri akledebilecek kadar uzun, yapılması gerekenleri ertelemeyecek kadar kısadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:
“Orada (cehennemde) onlar (şöyle) çığlık atarlar: “Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka Salih bir amelde bulunalım.” Size orada (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyarıp korkutan da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur.” [19]
Buyruğu ile ömrün gerçekleri akledebilecekleri kadar uzun olduğu beyan edilirken, Salih amelleri ertelemeyecek kadar kısa olduğuna işaret edilmektedir. [20]
Behlül Dânâ’ya biri sorar:
– Oğlum öldü. Mezar taşına ne yazdırayım?
Behlül Dânâ şu cevabı verir:
– Şunu yazdır: “Dün altımda olan çimenler bugün üstümde yeşerdi. Ey yolcu! Anla ki, şu toprak günahtan gayri her şeyi örtmektedir.” [21]
Bazıları diyorlar ki:
“GİTMESEYDİ ÖLMEYECEKTİ”
Sistemler, kendi kültürleriyle yaşarlar.
Bir sistemin başka bir sistemin kültürüyle varlığını sürdürmesi mümkün değildir. İstatistik rakamlara göre halkımızın % 95’i Müslümanlığını nüfus kâğıtlarına kaydettirdikleri İslam kelimesiyle ispat etmektedirler.
Herkes biliyor ki, ülkemizde ve ülkemizin insanları üzerinde batı kültürü hakimdir. İnsanlar, tesirleri altında kaldıkları kültürlere göre şekillenirler.
Hayat tarzları da bu doğrultudadır.
Her ne kadar insanımız “Müslümanım” diyorsa da, genelde Müslüman olmayanlar bir tarafa, Müslümanım diyenlerin hayatlarında İslâm’dan hiçbir eser yoktur. Adı Müslüman, akidesi gayr-i Müslim olanların sayıları tahmin edilenlerin çok çok üstündedir. Çünkü aldığı kültür öyle şekillenmiştir.
Ülkemiz insanının çoğu itikadi hatalar içindedir. Bir kafirin veya bir münafığın düşündüğü gibi düşünmektedir.
Bir misal verelim:
Diyelim ki, bir kişi Bolu’dan İstanbul’a gidecek. Giderken yolda trafik kazası geçiriyor ve ölüyor. Tanıyanları ve yakınları diyorlar ki:”Gitmeseydi ölmeyecekti.” Ne demek ölmeyecekti? Dikkatinizi çekiyorum. Bu sözü “müslümanım” diyenler söylüyor. Bu ifadeler itikadi bozukluğun ürünüdür.
Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı Hakiminde “gitmeseydi ölmeyecekti”, “yemeseydi ölmeyecekti”, “hastalanmasaydı ölmeyecekti”… vs. inanç ve ifadelerin tamamen yanlış olduğunu zikrediyor. Buyuruyor ki:
“Evlerinizde dahi olsaydınız, yine ölme anı takdir edilenler o an gelince nerede ve ne hâl üzere olurlarsa olsunlar mutlaka ölürler.” [22]
Yaşatan da öldüren de Allah’tır. Ey iman edenler! Sizler kafirler gibi olmayın. Onlar “Bizim yanımızda olsalardı, (sözümüzü tutsalardı, binmeselerdi, yutmasalardı, yapmasalardı….) ölmezlerdi” derler.” [23]
“Böyle söyleyenlere söyleyin: Eğer doğru iseniz, o halde kendinizden savın bakalım.” [24]
Zikrettiğimiz ayetlerden de anlaşılıyor ki “gitmeseydi ölmeyecekti” … vs. gibi inanç ve ifadeler Müslümanlara ait değildir.
Müslümanlar bu ifadelerden şiddetle kaçınmak zorundadırlar.
Çünkü biz inanıyoruz ki, her davranış ve ağzımızdan çıkan her sözden dolayı Cenab-ı Hakk’a hesap vereceğiz.
Vereceğimiz hesabın hesabını bu dünyada yapmak mükellefiyetindeyiz. Sözlerimizin neticesini düşünmek zorundayız. Biz, münafıklar gibi, diğer kafirler gibi dilediğimiz gibi sorumsuzca ileri-geri konuşamayız.
Halk arasında “Ecel-i kaza, ecel-i müsemma” kaidesinin yanlış anlaşılması da insanımızı yanlış ifade ve inanışlara sevk ediyor. Bazı insanlar “ecel-i kaza” denilince, meydana gelen bir olay neticesinde ölen kişinin takdir edilen ölümünden bu olay sebebiyle önce öldüğünü zannediyorlar. Bu yanlışlık başka hatalara götürüyor insanı.
“Ecel-i kaza, ecel-i müsemma” kaidesinin izahı şudur:
Ecel-i müsemma, Allah’ın canlı için tayin ettiği ölüm anıdır.
Ecel-i kaza da bu tayin edilen ecelin vuku bulması, meydana gelmesidir.
Yoksa, “adam düştü de öldü; düşmeseydi ölmeyecekti” demek değildir.
Hayır, adam düştü de öldü değil; öldü de düştü; doğru olan ifade tarzı budur.
Bazıları zannediyorlar ki, araba çarpıştı, kaza oldu, adam öldü.
Eğer bu çarpışma olayı olmasaydı ölmeyecekti diyor.
Ehl-i sünnet inancına ters bir anlayıştır bu.
Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Hakim’de mealen şöyle buyuruyor:
“Her ümmet için takdir edilen bir ecel vardır. Müddetleri gelince bir an geri kalmazlar ve öne de geçmezler.” [25]
“Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir kimseye ölmek yoktur. Ölüm, zamanı Allah’ın indinde kararlaşmış bir yazıdır.” [26]
“Hiçbir ümmet ecelini öne alamaz ve geriletemez.” [27]
Demek ki, iki arabanın çarpışması, adamın gitmesi, falancanın gitmesi birer olaydır. Kazan ise Allah’ın takdir ettiği şeyin meydana gelmesidir.
Yani olayın cereyanıdır.
Bunun için “gitmeseydi ölmeyecekti”, “düşmeseydi ölmeyecekti” vs. gibi sözlerin hiçbir dayanağı yoktur.
Çünkü hüküm sadece ve sadece alemlerin Rabbi olan Allah’ındır.
O’nun izni olmadan hiçbir şey olmaz, olması da düşünülemez…
Biz Müslümanlar böyle inanırız. [28]
BİZE SIRA GELMEYECEK Mİ?
Kendini fikren inkişaf ettirmek isteyen bir zat doğruca Ebudderdâ’ya gelir ve der ki:
– Kalbim katılaştı, ciddi şeyler düşünemiyorum, hayatımın değerini takdir edemiyorum. Sanki üzerimde hiçbir nimet yokmuş, mahrumiyet içinde bir hayat yaşıyormuşum gibi geliyor bana. Ne olur bir çare, bir yol göster ki, kendimi yenileyeyim, fikrimi ve zihnimi çalıştırayım, gerçekleri görmekle huzur ve saadet hissedeyim.
Büyük sahabi bu zata şöyle tavsiyede bulunur.
– Bu dediğin şeylere sahip olabilmen için şu diyeceklerimi yap. Bak o zaman basiretin açılacak, gerçekleri görme konusunda bir hayli inkişaf elde edeceksin.
– Nedir onlar, hemen buyur.
– Önce hastanelere git, yataktakiler bak!
– Sonra camilere git, cenaze namazlarını kıl!
– Bundan sonra kabristana git, gömülenleri gör!
Sual sahibi zat:
– Baş üstüne Ey Allah’ın aziz sahabisi! Diyerek ayrılır ve ilk iş doğruca hastaneye gitmek olur. Sonra döner, camiye gelir, cenaze namazı kılar. Daha sonra da mezara gider, mevtanın mezara konuşuna bakar, ölünün defnini seyreyler.
Bunlardan sonra kendini yoklar. His duygularına bakar, heyhat! Hiçbir yenilik yok!
Dönüp Hazret’e gelir:
– Ben, her dediğini yaptım, ama nafile. Bende değişen bir şey olmadı. Yine aynı hisler, aynı duygular, aynı ihtiras ve dünya arzuları kasıp kavurmaya devam ediyor. Hazret-i Ebudderdâ düşünmeye başlar. Sonra şöyle der:
– Öyle ise; sen hastalar hastabakıcıların baktığı gibi baktın. Eğer öyle bakman insana bir şeyler kazandırsaydı, bütün hastabakıcılar insan-ı kamil olur, şükür sembolleri haline gelirlerdi. Heyhat ki durum hiç de öyle değil. Çünkü onlar ibretle bakamazlar, tefekkürle nazar edemezler. Bu hastanın kendisi de olabileceğini, ama olmadığını, bunun büyük bir ilahi lütuf ve nimet olduğunu düşünüp de sevinç hissedemezler. Sen de öyle yapmışsın, ibretle bakmamışsın, tefekkürle nazar etmemişsin.
– Camiye gitmişsin, cenaze namazı kılmışsın, ama bu cenaze imamı gibi kılmışsın. Şayet öyle namaz kılmak insana bir şey kazandırsaydı, cenaze imamlarının melek gibi olması lazım gelirdi. Sen cenazeyi kılarken ibretle kılacaktın.
– Şu tabutun içindeki ben olacağım bir gün, diyecek kendini içine koyacak, yakınlarını da etrafta döner tasavvur edecektin. Seni tabuttan çıkaramayışlarını, çaresizliklerini hayal edecektin, istikbalde olacak şeyi o anda olmuş gibi hayal edecektin. İşte bu cenaze namazı sana inkişaf sağlayacaktı.
– Kabristana gitmiş, ölünün kabre konduğunu görmüşsün ama, bunu kabir kazanlar gibi seyretmişsin. Şayet öyle bakmakta fayda olsaydı, bütün mezarcılar insan-ı kamil haline gelirlerdi. Halbuki onlar bunun tam aksine. Öyle ise mezara konan adamın yerine kendini koyacaktın. Hayalen karanlık çukura girecektin. İmam talkın verip gidecek, sen orada amelinle baş başa kalacaktın. Kılmadığın namazların, tutmadığın oruçların, ödemediğin kul haklarının hesabını vermeye başlayacaktın. İşte senin basiretini açan inkişafını sağlayan bunlar olacaktı, demişler.
– NE DERSİNİZ?
Bizim ziyaretlerimiz de, cenaze namazı kılışlarımız da, mevtaları kabre götürüşümüz de böyle mi cereyan ediyor?
Bizde de bu ve benzeri durumlar söz konusu mu?
Hiç düşündünüz mü?
Hep başkası hastalanacak, hep başkasının namazı kılınacak, hep başkası mezara konacak, bizimle ilgisi olmayacak, bize sıra gelmeyecek mi hiç? [29]
BİZİM DE BİR GÜN SALAMIZ OKUNACAK
Her gün salâlar okunuyor.
Bir kişinin ölümünü haber veriyor.
Bu salâları dinliyoruz fakat bundan ibret alıyor muyuz?
Acaba bu okunan salâ benim salâm olsaydı, benim öldüğümüz bildiren bir ilan olsaydı, ölüme hazırlıklı mıydım diye düşünebiliyor muyuz?
Yani salamızın okunmasına, cenaze namazımızın kılınmasına, kabre götürülüp gömülmeye hazır mıyız?
Diye bir soru aklımıza geliyor mu?
Yoksa hiç böyle bir şey düşünmüyor muyuz?
Evet, bir gün bizim de salâmız verilecek.
İmam Efendi cenaze namazımız kılındıktan sonra:
– “Ey cemaati müslimin! Bu mevtayı nasıl bilirsiniz?” diye sorduğu zaman arkamızdaki insanlar bizim için:
– “İyi biliriz, Müslüman olduğuna şahitlik ederiz” diyecek mi?
Bundan dolayı hasta ziyaretlerinde, hastalardan ibret alan, kıldığımız cenaze namazlarına ibret nazarıyla bakan, gömdüğümüz, kendi ellerimizle toprağa verdiğimiz insanlara da ibretle bakarsak, biz de Ebudderda hazretlerinin dediği gibi basiretimiz açılır ve gerçekleri görme konusunda bir hayli mesafe katedebiliriz.
Salamız okunmadan, kendimize gelelim.
Hayatımıza çeki düzen verelim.
Dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu unutmayalım.
Lezzetleri kesen ölümü sık sık analım ve asla unutmayalım.
KAYNAKLAR:
[1] Neci Fazıl Kısakürek, Mukaddes Kapı,
[2] Bakara 2/258.
[3] Ankebut 29/57.
[4] M. Lütfi Arıkan, Din Öğretimi Dergisi, Sayı:23, s.102.
[5] Cüneyd Suavi, Hayatın İçinden-I, Zafer Yayınları, 35. Baskı, İstanbul, 2002, s. 184-187
[6] Muhammed 47/36.
[7] Riyazü’s-Salihin, c.2, s.16.
[8] Fatiha 1/3-7.
[9] R. Salihin, c.2, s.546.
[10] Haşr 59/18.
[11] Mehmet Alagaş, Kişiye Özel, İnsan Dergisi Yayınları, İzmir, 1992, s.28-29.
[12] Mehmet Alagaş, a.g.e., s.23.
[13] Mü’minun 23/99
[14] Ragıp Güzel, Perdelerin Ötesi, Güher Yayınları, İstanbul, 1989, s.36.
[15] Mehmet Alagaş, a.g.e., s.26.
[16] Secde 32/12.
[17] Mehmet Alagaş, a.g.e., s.26-27.
[18] Hadisin metni bulunacak
[19] Fatır 35/37.
[20] Mehmet Alagaş, a.g.e., s.24-25.
[21] Ragıp Güzel, a.g.e., s.10.
[22] Al-i İmran 3/154.
[23] Al-i İmran 3/156.
[24] Al-i İmran 3/168.
[25] Araf 7/34.
[26] Al-i İmran 3/145.
[27] Mü’minun 23/43
[28] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, İstanbul, 1989, c.2, s.100-103.
[29] Mustafa Selman, “Bize Sıra Gelmeyecek Mi? Hakses Dergisi, Kasım, 1990, s.18
Comments